SİTE ADMİNLERİ DENİZ ASLAN VE BARAN BOZDUMANDIR
   
 
  OYUN HABER

Diablo III beta key isteyen var mı?

LEVEL Online olarak, LEVEL okuru Diablo hayranlarına Diablo III’ün betasına
katılma şansı
sunuyoruz.

Eğer siz de Diablo III’ün betasına katılmak ve önümüzdeki
aylarda piyasaya sürülecek olan bu müthiş oyunu şimdiden
test etmek istiyorsanız, size basit bir görev vereceğiz ve karşılığında
size betaya katılmanız için gereken seri numarasını vereceğiz.
Görev şu: Elinizdeki herhangi bir LEVEL dergisini, herhangi bir
Diablo materyaliyle yan yana getirip fotoğrafını çekin ve level@level.com.tr
adresine gönderin. Evet, yapmanız gereken sadece bu. Materyal
konusundaysa tamamen özgürsünüz; isterseniz bilgisayarınızda herhangi
bir Diablo oyununu açın, isterseniz masaüstü resminizi Diablo ile ilgili
bir görselle süsleyin, isterseniz duvarınızdaki Diablo posterini veya oyuna
dair herhangi bir figürü kullanın...Diablo III beta key isteyen var mı?


 

Minecraft 1.2 yayınlandı

Minecraft 1.2 yayınlandıMojang, Minecraft'ın versiyonunu 1.2'ye güncelledi.

Yeni gelen 1.2 güncellemesiyle birlikte Minecraft'ta artık daha yüksek kuleler
yapmak mümkün. Çünkü Minecraft 1.2 sayaesinde harita yüksekliği iki katına
çıkarıldı. Ayrıca Minecraft 1.2 ile oyuna "Jungle", "Ocelots" ve "Iron golems".
Son güncellemeyle birlikte oyundaki yapay zekanın da geliştirildiği ifade edildi.

 

Mount & Blade Collection geliyor

Mount & Blade Collection geliyorParadox Interactive, bu ay içerisinde Mount & Blade Collection'ı
çıkaracağını duyurdu.

Paradox Interactive, Mount & Blade Collection için Mart 2012 tarihini
işaret ederek oyunda sandbox türü açık dünya, üç adet genişletilebilir
senaryo modu ve devasa savaşların yer alacağını açıkladı.
Mount & Blade Collection paketinin içinde oyunun orijinali ve
Warband ile With Fire and Sword adında iki adet genişleme paketi yer alacak.

 

Spec Ops: The Line

Spec Ops: The Line

Eski oyuncular hatırlar; bir dönem özel harekat timleri üzerine kurulu oyunlar
revaçtaydı. Delta Force ile başlayan bu seriyi, uzun bir süre birçok oyun
takip etti. Counter-Strike gibi daha basit oynanışlı oyunların çıkması ile bu
dönem yavaş yavaş son buldu. Özel Harekat (Special Forces) teması Call
of Duty’nin savaş oyunlarını günümüze adapte etmesi ile oyun dünyasında
yeniden yer edinmeye başladı. Oyunumuz Spec Ops: The Line, büyük
bir parçasını bu dirilişten almakta.

Oyunu oluşturan diğer unsur ise Amerika’nın 80’li ve 90’lı yıllarda filmlerinde
(Rambo vb.) çok kullandığı, sonrasında da oyunların içerisine yerleştirdiği “
Amerikan savaşlarını meşru kılma” teması. Özellikle Command & Conquer
serisinde Rusları, Ortadoğu devletlerini, Çin Halk Cumhuriyeti’ni hedef alan bu
düşmanlaştırma, günümüzde de birçok oyunda devam etti. İkinci sınıf aksiyon
filminden bozma senaryosunu müthiş bir sunum ile bizlere yediren Call of Duty,
Asya’nın yükselişinden korkmamız gerektiğini gösteren HomeFront gibi oyunlar
da bu meşrulaştırmanın ve Amerika’nın askeri şovunun günümüzdeki popüler ürünleri.

Yukarıda bahsettiğim gibi ilk bakışta Spec Ops: The Line’da bu popüler temadan
faydalanmak isteyen bir yapım gibi görünüyor (Ne yazık ki aynı basitliği Medal
of Honor’da yaptı). Oyun yine Ortadoğu temalı bir modern savaş oyunu. Biz
ise Amerikan özel birimlerinden bir askeri canlandırıyoruz. Açıkçası işin bu
kısmı çok fazla benzer yapım olduğu için pek heyecan vermiyor artık. Oyunun
kurgu dünyasında Dubai büyük kum fırtınaları yüzünden yaşanmaz hale geliyor
ve oradaki insanların tamamı tahliye ediliyor. Neredeyse çölün altına gömülen
ülke, kanunların olmadığı bağımsız bir toprağa dönüşüyor. Sadece güçlülerin
ayakta kalabileceği bu yerde kaçaklar ve suç şebekeleri hüküm sürüyor
(Biri S.T.A.L.K.E.R. mı dedi?). Buraya kadar kurgu fena değil, fakat
insanları kurtarma işini yine Amerika’nın üstlenmesi biraz can sıkıyor. İlk giden
kurtarma ekibiyle bilinmeyen bir sebepten dolayı temas kesiliyor. Bundan bir
süre sonra, alınan zayıf bir sinyal sonucu bizim de içerisinde bulunduğumuz
başka bir ekip bölgeye yollanıyor ve oyunumuz başlıyor.

Buraya kadar her şey vasat gitmiş olsa da; oyunun işlerin boyutunu değiştirebilecek
bir kaç yönü var. Öncelikle bu oyunu Yager adında bir firma geliştiriyor. İşin tezatlık
derecesinde garip olan yanı ise Yager’in Avrupa’nın sanat merkezi Berlin’de bulunan
bağımsız bir firma olması. Oyunun dağıtıcısı da Borderlands, Mafia II, Bioshock gibi
kült oyunlara imza atmış 2K Games. Bu kadar klişe görünen bir yapımın bir ucunun
Berlin’e, bir ucunun da 2K Games’e dokunması oyunun bir sürpriz yapabilme şansının
olduğunu gösteriyor.

Oyun bu temadaki diğer oyunlar gibi bir FPS değil. Oyunda Gears of War ve
türevlerindeki gibi üçüncü şahıs bir kamera sistemi kullanılıyor; bu da oyunun
birçok platformda boy göstereceğinin bir işareti.  Zaten oyunun PC, Xbox 360
ve PlayStation 3 için çıkması planlanıyor. Yani aslında, daha konsol merkezli bir
aksiyon oyunu var elimizde. Unreal III motoru ile geliştirilen oyun, motorun
karakteristiğine uygun olarak etkileyici ve parlak grafiklere sahip. Her ne kadar
bu teknoloji eski kalmaya başlamış olsa da, motorun esnekliği grafiklerin güncel
kalmasını sağlıyor. Zaten günümüzde birçok oyun konsol ve PC birlikte düşünülerek
üretiliyor. Dolayısıyla yeni nesil konsollar çıkana dek grafiklerde büyük bir ilerleme
beklememek gerek.Kısacası, Spec Ops: The Line büyük beklentiler yaratmaması
gereken fakat karşımıza sürprizler ve farklılıklar çıkartma ihtimali olan bir oyun.
Birinci önceliğiniz olmasa bile aklınızın bir köşesinde bulunsun..


Max Payne 3

Max Payne 3

İyi ve kötü polisler, siren sesleri, üstü kapatılan cinayetler, yozlaşmış sistem, çekici
ve tehlikeli kadınlar... Kısacası gerçek bir “film noir” atmosferi. Bunlar Max Payne
denilince akla gelen ilk şeyler. Şimdi kısaca bu başarılı oyun serisinin gelişimine
bakalım. İlk oyunda Max bizi karanlık bir dünyaya götürüyor ve New York’un bir
diğer yüzünü, gecelerini görmemizi sağlıyordu. Bunu John Woo filmleri tadında başarılı
aksiyon sahneleri, Max’in kendi ağzından dinlediğimiz çizgi roman şeklinde stilize
edilmiş hikaye örgüsü ve meşhur “Bullet-time” anları ile bize sunuyordu. O dönemde
revaçta olan ve birbirinin kopyası olan birçok TPS arasından bu kendine has özellikleri
ve karanlık yapısı sayesinde sıyrılmış ve olumlu notlar alabilmişti. Gerçekten de bir solukta
bitirebileceğiniz, tek eksik yanı ise oynanış süresinin kısalığı olan başarılı bir oyundu.

İkinci oyun çok fazla yenilik getirmiyordu. Yine de birinci oyuna sadık yapısı, derin senaryo
ve kurgusuyla bir klasik olamasa da başarılı bir devam oyunuydu. İlk oyunun uzun olmaması
sebebiyle tadı damağımızda kalmışken ikinci oyun bu açığı kapatmayı beceriyordu. Bir de
filmi çıktı Max Payne’in. Çoğu bilgisayar oyununun beyaz perdeye uyarlanmasında olduğu gibi,
2008 yapımı bu film de kesinlikle başarısızdı. Oyunun atmosferi ve renkleri iyi aktarılmış fakat
senaryosuna sadık kalınmamış ve ortaya vasat kurgulanmış klişe bir hikaye çıkmıştı
(Filmin tek iyi yanı kesinlikle Mila Kunis’ti.)

Ve şimdi, kısa bir süre sonra Max tekrardan karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.
Yalnız bu sefer işler biraz farklı... Birinci olarak, Max Payne’i artık ilk iki
oyunu üretmiş olan başarılı oyun geliştiricisi Remedy Entertainment yapmıyor.
Genelde serilerin el değiştirmesi bir risktir çünkü oyunun ruhunu yansıtmak
neredeyse imkansızdır ve çoğu zaman bu değişimler hayranlar açısından hayal
kırıklığıyla sonuçlanır (bkz. Fallout serisi). Yalnız bu sefer Remedy Max’i kesinlikle
emin ellere bırakmış. Yeni Max Payne, suç dünyasının sanal ortamdaki kralı
denilebilecek kişilerin yani Rockstar Games’in elinde. Rockstar Games’in neredeyse
hit olmamış oyun çıkarmadığını, son zamanlardaki müthiş performanslarını ve
özellikle oyunlarında suç dünyasına odaklandıklarını göze önünde bulundurursak,
bunun olabilecek en iyi seçenek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu büyük değişiklik oyunun her tarafında kendini belli ediyor. Oyunda gözümüze
ilk çarpan farklılık ise güneş. Evet, oyunda artık güneşi görebiliyoruz çünkü oyun
eskisi gibi New York’taki kuytu mekanların ve dar sokakların aksine bol renkli
Sao Paulo şehri ve onun açıklıklarında geçiyor. Yani oyunun renkleri eskisi gibi
siyah ve beyaz tonlarında değil, aksine olabildiğince sarı ve aydınlık. Burada
Rockstar’ın her zamanki gibi cesur davrandığını görebiliyoruz; aynı şeyleri
sunmak yerine kendi yorumlarını getiriyorlar. Tanıtım videosunda önceki
oyunlardaki müziklerin kullanılması ve yine Max’in sesini duymamız ise görüntüde
olmasa da özünde işin köklerine sadık kaldıklarının bir göstergesi. Bu arada
önemli bir notu eklemek gerekir; Max Payne yine ilk iki oyundaki gibi James
McCaffrey tarafından canlandırılıyor. Model olarak aynı kişi kullanılıyor olsa
da Rockstar Games Max’i de kendilerince yorumlamış ve onu kendi
oyunlarında görmeye alışık olduğumuz tiplemelere benzetmiş. Max artık eskisi
gibi pardösülü, düzgün giyimli bir kara film dedektifi değil. Aksine iri, sakallı,
traşlı kafalı ve hırçın bir görüntüye sahip bir aksiyon oyuncusu (Ara ara Max’in
değişimden önceki halini de oynayabiliyoruz). Bu yeni ve sert imaj bir nevi
oyunun farklılığın ve sertliğinin bir sembolü.




Voltron: Defender of the Universe

Voltron: Defender of the Universe

O yıllarda çocuk olsaydınız eğer, avazınız çıktığı kadar bağırırdınız bu şekilde. Beş
aslanı bir araya getiren ünlemdi bu ve hemen arkasından çalmaya başlayan müzik,
bilinçaltınıza yapışan ve orada sonsuza kadar yer eden melodilerden oluşan bir şaheserdi
ki benim için hala da öyle. Son sahnede Voltron, iki elini birbirine çarparak ışın kılıcını
çıkarır ve tek bir hamleyle rakibini ikiye bölerdi. Çocukluk dönemlerimde robotlarla
aram pek sıcak olmadı benim. Oyuncak robotlar ilgimi çekmezdi mesela. Ama Voltron
’un yeri hep ayrıydı. Muhtemelen tek bir bölümü bile kaçırmadan izledim bütün seriyi.
Daha birkaç ay önce de yakın dostlarımdan biriyle hatıra yolculuğuna çıkmışken muhabbetimize
konu oldu. İşte o anda jeton düştü bende. Voltron şimdiye kadar neden bir oyuna konu
olmamıştı? En banal süper kahramanları bile oyunlarda cirit atarken görebiliyorduk halbuki.
Bu sayede eşeğin aklına karpuz kabuğunu mu getirdim, nedir... Voltron: Defender of the
Universe'ün taze haberiyle burun buruna geldim bir anda.

Açıkçası, pek ahım şahım bir oyun olmayacak Voltron: Defender of the Universe.
Oyunla ilgili şu ana kadar karşıma çıkanlar bunu gösteriyor en azından. Tek süksesi,
Voltron'un ortalığı kasıp kavurduğu 80'li yıllarda çocuk olanlar için hafiften bir nostalji
rüzgarı estirecek olması. Gördüğüm kadarıyla farklı modların bir araya getirilmesinden
oluşacak her şey. Bu modlardan bir tanesi, saygıdeğer Diablo ile ilk defa karşımıza
çıkan izometrik kamera açısıyla oynanacak. Şu anda benzerine sıkça rastladığımız,
örnek olarak Dead Nation’ı verebileceğim tarzda bir görüntü hayal edebilirsiniz.
Voltron’u oluşturan beş aslandan birini seçerek başlayacaksınız maceranıza. Her
aslanı birbirinden ayıran özellikler olacak. Mesela kırmızı ve sarı aslanlar yakın
dövüş konusunda daha etkiliyken, mavi ve yeşil aslanlar uzaktan saldırı konusunda
etkili olacaklar. Gövdeyi ve başı oluşturan siyah aslansa her iki taraftan yeteneklere
sahip olan torpilli karakter rolünü üstlenecek. Ortaya çıkan sahneyi hayal etmeniz zor
olmasa gerek: Rengarenk aslanların ortalıkta fink attığı, patlamaların birbiri arkasına
göründüğü curcuna sahneleri... Eh, bu sahneleri hayal ederken beş kişilik co-op
eğlencesini de hesaba katarsınız artık.

Voltron: Defender of the Universe

Ve evet... bu beş aslan bir araya gelecek ve Voltron oluşacak. Peki bu olduğunda
neler olacak? Yine oyunun piyasadaki taze görüntülerinden anlaşılan kadarıyla bir
çeşit sıra tabanlı dövüş oyunu çıkacak karşımıza Voltron oluştuğunda. Göze pek hitap
etmeyecek gibi görünüyor bu sahneler ama az önce de dediğim gibi, oyunun sadece
nostaljik tarafı ön planda. İşin garip yanı, Voltron'ı oluşturan beş robot -yani beş
ayrı oyuncu- bu tuhaf, sıra tabanlı dövüş sahnelerinde rol oynayacak. Bunun nasıl
olacağı konusunda henüz net bir açıklama yok ve açıkçası bu konu da benim de
hiçbir fikrim de yok ama tek bir karaktere beş kişinin komut verebilmesi enteresan
olacak gibi görünüyor.

Oyunda yer alacak üçüncü ve son mod, yine old school oyunculara hitap edecek tarzda.
"Shoot 'em up" olarak tabir edilen, bir uzay gemisinin karşısına çıkan tüm düşmanları yok
ettiği bir tarz bu. Gerçi bu sefer kadroda tam beş aslan olacağı için ortalık biraz daha
karışacak gibi görünüyor. Yine her aslanın kendine has özel güçleri olacak ve zevkinize
göre seçim yapma şansınız olacak. Bu arada, oyunun nostaljik yönünü aralara serpiştirilmiş
ve Voltron dizisinden birebir alınmış sahneler oluşturacak. Bu sayede de konuya Fransız
kalmış olanlar için Voltron efsanesinin özü, şöyle bir elden geçirilmiş olacak. Bu konu
gerçekten taktir edilesi; çünkü eminim bu sahneleri izledikten sonra 80'li yıllarda
çocukluğunu yaşayamamış bir çok bahtsız, Voltron başlığında Youtube sorgulaması
yaparken bulacak kendini.Muhtemelen pek dikkat çekici bir oyun olmayacak Voltron
ki oyunun yayınlanacağı platformlar, şu an için PlayStation Network ve Xbox Live
olarak görünüyor. Hem cebinizi de pek yakmaz. Deneyin derim...



Q.U.B.E.

Q.U.B.E.

Şu kocaman oyun dünyasında bulmaca oyunları benim için hep ayrı bir anlam ifade
etmiştir. Klasik vurdulu kırdılı aksiyon oyunları yanında hep sönük ve azınlıktadırlar
ama oyun oynamanın tanımını değiştirebilecek yapıdadırlar. Portal’ı örnek alın. Ne
aksiyon vardı içerisinde ne puan toplama merakı. Amacımız sadece aklımızı kullanıp
istenilen bölümleri geçmekti. Ve Portal, aksiyon severlerin burun kıvırdığı oyun, bir fenomen
haline geldi. Ne var ki bulmaca oyunları Portal’dan sonra uyku moduna almıştı kendini
ta ki Q.U.B.E. çıkana kadar. Yine Portal gibi birinci şahıs bakış açısıyla oynanan bir
oyun Q.U.B.E. Amacımız yine bize verilen yeteneğimizle istenilen bölümleri geçmek.
Peki, yeteneğimiz ne? Öncelikle bu oyunun belirli bir senaryosu yok arkadaşlar. Sadece
bölümler ve küplerimiz var. Oyuna başladığımız zaman bir test merkezinde gözümüzü açıyoruz
. Elimizde eldivenlerimiz var ve her yer bembeyaz küplerle kaplanmış durumda.  İşte
özel yeteneğimiz bu eldivenler. Eldivenlerimiz sayesinde her çeşit küpün özel yeteneğini
aktive edebiliyoruz. Bu eldiven mevzusu bana fena halde Twin Sector’u hatırlattı. Neyse
ki karşımızda daha kaliteli bir yapım var.

Küplerden bahsetmiştik. Ne işe yarıyor bu küpler bakalım. Oyuna ilk başladığımızda karşımıza
kırmızı küpler çıkıyor. Kırmızı küpleri bulunduğu konuma göre yatay veya dikey olarak
uzatabiliyoruz. Bu sayede yüksek yerlere rahatça ulaşabiliyor durumda oluyoruz. Bir diğer
küp rengi lacivert ise sıçrama tahtası görevi görüyor. Sarı renkliler biraz farklı. Üçerli olarak
bulunuyorlar ve merdiven görevi görüyorlar. Bu küplerin dışında duvarı döndürmeye yarayan
düğmeler de bulunuyor. Her bölümde zorlaşan oyun yapısı (Hadi ya?) ve birden fazla küpün
ortak kullanılması sebebiyle zamanla çileden çıkartabiliyor oyun bizi. Ancak sorun olmayacak
çünkü bulmaca oyunlarını sevenler bilirler ki oyun ne kadar çileden çıkartırsa çıkartsın o
bölümleri başarıyla geçmenin tadını başka hiçbir oyun vermez. Q.U.B.E. içinde toplam
dokuz chapter bulunduruyor. Her bir bölüm içinde alt bölümlere ayrılıyor ve her alt bölüm
farklı sistemlere sahip bulmacalara ev sahipliği yapıyor. Eldiven demiştik değil mi?
Bu eldivenlerin ne işe yaradığını anlatayım. Küpleri hareket ettiremiyoruz aslında sadece
içeri ve dışarı hareketini kontrol edebiliyoruz. Sol eldivenle küpleri dışarı yöneltirken
sağ eldivenle içeri göçertiyoruz. Bütün bu küplerin dışında çeşitli mekanizmalara sahip
bölümler de mevcut. Örneğin; hareket halindeki bir kürenin sağlam bir şekilde karşı
tafra ulaşmasını sağlamamız gibi bölümler de mevcut.

Gelelim takıntı tedavi merkezine. Öncelikle oyunun grafikleri hakkında bir yargıya
varmak zor. Neden mi? Çünkü her yer beyaz küplerle kaplı. Bu durumda da neye
göre yorum yapacağımızı şaşırıyoruz. İşte çevre detaylarının çuvallamasının sebebi
etrafın tamamen beyaz küplerle dolu olması... Tamam, Mirror’s Edge’de de her yer
beyazdı ama en azından harika bir şehir tasarımı vardı. Portal’ı hatırlayın. Sadece
atmosferiyle bile insanı etkileyen çevresi vardı. Q.U.B.E.’un da en büyük hatası
burada karşımıza çıkıyor: Atmosfer yok. Bunun en büyük sebebiyse oyunun bir
senaryoya sahip olmaması. Hatırlayın Portal’ın müthiş hikayesini, Chell’i, GLaDoS’u
. Bunlar atmosferi yaratan unsurlardı ancak Q.U.B.E.’da böyle bir şey yok maalesef.

Genel olarak baktığımız zaman ortalamanın üstünde bir oyun görüyoruz. Her
bulmaca severin denemek isteyebileceği bir oyun olmuş Q.U.B.E. Zaten uygun
fiyatıyla her türlü bütçe için alınabilir durumda. (Steam üzerinden 14.99$ karşılığı
satın alabilirsiniz.) Yani uzun lafın kısası bulmaca seviyorsanız buyurun alın, afiyetle
yeyin ama aksiyon delisiyseniz sakın yaklaşmayın derim. Bir senaryosu olsa ve daha
detaylı çevre tasarımı olsa çok daha iyi bir oyun olabilirdi Q.U.B.E. ancak yine de
oynanılabilir bir oyun var karşımızda.Eğer bulmaca türünden hoşlanıyor ve Portal 2’den
beri bulmacaya açsanız Q.U.B.E.’u mutlaka denemelisiniz. Ancak Portal’ın oyun ruhunu ve
atmosferini beklemeyin.


Swarm

Swarm
Ölümün bu kadar çok olduğu bir oyun, bu kadar mı eğlenceli olur, bu kadar mı renkli olur!
Evet, belki bu oyunun ismini daha önce hiç duymadınız ama PlayStation Network ve Xbox
Live takipçileri, şu anda Swarm’da puan sıralamasının üst sıralarını zorlamak için gecelerini
gündüzlerine katıyorlar. Daha önce, hatta kısa bir süre önce DeathSpank oyunlarıyla karşımıza
çıkan Hothead Games, bir kez daha renkli ve eğlenceli bir oyuna imza atarak 22 Mart itibariyle
Swarm’u oyuncuların beğenisine sundu.

Swarm, tek bir karakter yerine bir karakter sürüsünü, Swarmite’ları kontrol ettiğimiz bir
platform denemesi aslında. Oyundaki amacımız, bizi parkurlara salan Momma’ya yardım
etmek, onu beslemek ve ihtiyacı olan yeni bedenini ona temin etmek. Aslında ortada “
ciddiye alınacak” bir senaryo ve devamında da “ciddiye alınacak” bir oyun yapısı yok
ama fazlasıyla eğlenebileceğiniz, ölümlerden ölüm beğeneceğiniz bir süreç var.

Swarm

Oyunun her bir bölümüne başlarken bize 50 Swarmite veriliyor ve bölüm sonuna kadar
maksimum sayıda Swarmite’ı yaşatmamız gereki... Hayır, gerekmiyor; hatta onları bol
bol öldürerek başarı sağlamak mümkün. Swarm’daki asıl amaç, parkurlar boyunca
maksimum puanı, en azından bir sonraki bölümü açmak için ihtiyaç duyulan minimum puanı
toplamak. Bunun için Swarmite’ları koşturuyor, bir araya getiriyor, dağıtıyor, zıplatıyor, üst
üste diziyor ve zaman zaman da öldürüyoruz. Sadece birkaç tuştan oluşan kontrollerin ortaya
çıkardığı kombinasyonlarıysa mutlaka öğrenip bölümlere öyle girişmek gerekiyor. Aceleciyseniz
de oyun boyunca kontroller size anlatılıyor.

Swarm’daki bölümlerde uçurumlar, yarıklar, tepeler, delikler, rüzgar tünelleri, lav dolu çukurlar,
tehlike arz eden hareketli cisimler, patlayıcılar ve daha birçok tehlikeli detay mevcut. Bunlardan
kurtulmak ya da kurtulmamak, zaman zaman da çevredeki objeleri kullanmak tamamen size
kalmış. Seri şekilde kazanılan puanlar veya meydana gelen ölümler, katbekat fazla puan
kazanmanıza, bu sayede oyunun amacına hizmet etmenize vesile oluyor. Ölümlerden kazanılan
Death Medal ve Mega Death Medal koleksiyonuysa oyuncuyu motivasyon açısından
kamçılıyor. Bu sırada toplayacağınız DNA’lar da oyundaki boss’lara karşı ana silahınız
oluyor.Klasik bir PlayStation Network / Xbox Live oyunu, klasik bir eğlence odaklı
yapım. Kendini bu tip oyunlara adayan Hothead Games, bir kez daha amacına ulaşarak
ölümün eğlenceli olduğu bir oyunla karşımızda. “İndirilebilir oyun” meraklıları, tereddüt
etmeden Swarmite katliamına dalabilirler.


Cities in Motion

Cities in Motion
Trafik çilesi ayrım yapmaz. Zengin, fakir dinlemeden adamın hem zamanını, hem de
sabrını tüketir. Kah bir dolmuşun arka koltuğunda ağzınızdan salya akıtarak okuldan
eve dönersiniz, kah otobüste yalı kazığı gibi dikilip işten evin yolunu tutarsınız. Altınızda
trilyon liralık lüks araba olsa bile tekerleklerinizin altındaki yol gene aynı yol, beklemeniz
gereken arabalardan oluşan beşi bir yerde zincir, aynı trafiğin parçasıdır. Dediğim gibi,
büyük şehirlerin bu vazgeçilmez çilesi zengin ya da fakir ayrımı yapmaz. (Süper zengin
ayrımı yapabilir; işten eve helikopterle gidenleri ayrı tutuyorum.) Eh, bu bitmek bilmeyen
hikaye trafik derdine karşı bir şey yapamıyoruz, büyüklerimiz de trafik sorununu
çözemiyor, bari sanal alemde bu işe biz el atalım. Nasıl mı? Tabii ki Paradox Interactive’in
son oyunu Cities in Motion (CiM) ile...

CiM, şehrin taşımacılık görevini sırtımıza yüklediğimiz bir strateji oyunu. Yollar kurmak,
bunları birbirine bağlamak, araç satın almak ve araçları güzergahlara yerleştirmek asli
görevimiz. Bütün bunları çeşitli sınıflara ve bölgelere ayrılmış, gayet güzel, ayrıntılı şekilde
hazırlanmış şehirlerde yapıyoruz. Amacımız, insanları en doğru yerden alarak yine en
doğru yere bırakıp şirketimizi zengin etmek zira bir bölümü bitirince, daha zor ve kalabalık
olan ikinci kasabaya / şehre atanıyoruz. Taşımacılığın tek yöntemi otobüs satın alıp durak
dikmek sanmayın. Geniş taşımacılık yelpazesiyle CiM, her noktaya ulaşmanız için farklı
seçenekler sunuyor. Tramvay, tren, metro ve feribot seçeneklerinin hepsi elinizin altında.
Size sadece doğru seçeneği stratejik olarak yerleştirmek kalıyor. İşin eğlenceli kısmıysa yolu,
durağı, rayı ya da yeraltı tünellerini döşedikten sonra araç satın almak, bunu güzergaha
yerleştirmek ve nasıl çalıştığını izlemek. Aynen akvaryumdaki balıkları izler gibi, çalışan araçlar
kaç yolcu aldı, indirdi, bindirdi, nereye gitti derken ekran başında dalıp gidiyorsunuz.

Cities in Motion

CiM’de bütün bu işleri şehir halkının kara gözünün, kaşının hatırına yapmıyoruz.
Unutmayın, biz aslında işlerin tıkırında yürümesi gereken bir şirketiz. Her şirketi
yönetirken olduğu gibi, burada da alınması gereken önemli kararlar ve bunları
uygulayabileceğiniz birçok ayrıntı var. İyi ki menülerin kullanımı kolaylık sağlıyor
ve bu şekilde şirket yönetimi, karmaşık tablo ve rakamlardan oluşmaktan kurtuluyor,
oyuncuyu zorlamıyor. Zaten alacağınız kararlar; bilet fiyatları, reklamlar, bankadan
çekeceğiniz krediler, çalışan maaşları gibi takibi zor olmayan ama oyun için önemli
başlıklardan ibaret.

Detaylar bununla kalmıyor. Yol dökmek, şirketi yönetmek iyi güzel ama müşterilerinizi
takip etmezseniz araçlarınız boş kalkar, boş çalışır. Bunun için haritada farklı bölgelere
dağılmış sosyal sınıfları iyi gözetlemeli ve taşımacılık hatlarını buna göre dizmelisiniz.
Eğer gecekondu bölgesinden alacağınız yolcuları gider de bir süpermarketin önüne
bırakmaya kalkarsanız, aracınıza ancak inler cinler biner, boşa harcadığınız benzinle
havayı alırsınız. Çalışma bölgeleri, endüstri alanları, okullar, marketler, stadyumlar,
belediye binası, havalimanı gibi noktaların hepsini takip etmelisiniz. Meraklanmayın;
kulağa zor gibi gelebilir ama çok kolay harita yönetimi sayesinde bütün bu başlıkları
rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. CiM, çok eskiden oynadığım JoWooD’un Traffic
Giant’ını hatırlattı bana ama CiM, değişik müşteri sınıflarına göre taşıma yapma özelliği
ve tabii ki günümüze yakışan grafikleriyle Traffic Giant’ın yeni ve daha iyi sürümü diyebilirim.

Benim gibi simülasyon / strateji oyunlarını seven kişilerin göz atmasını kesinlikle
öneriyorum. Hem bu şekilde gerçek hayatta kölesi olduğumuz trafik canavarından
bir nebze de olsa intikamımızı almış oluruz.








 

 

 

sitedeki programlardaki virüslerden sorumlu değiliz
 
SİTEMİZ HER TÜRLÜ İNSANA AÇIKTIR.
OYUNLARIMIZ VE ANİMASYONLARIMIZ VARDIR
BEĞENMEDİĞİNİZ ŞEYLERİ İLETİŞİM BUTONUNDAN BANA İLETEBİLİRSİNİZ
saat
 
ara
 


Google Arama
Sitemde Arama
hoşgeldiniz
 
TÜRKİYE CANIM FEDA

 
Bugün 4 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol